You are currently viewing KİTAPLAR

KİTAPLAR

“Duydun mu?” diye heyecanla yanındaki arkadaşını dürttü yemekhanede sıra beklerlerken, sonra da arkadaşının soru soran bakışlarına aynı heyecanla cevap verdi “Okula kütüphane kuruluyor ve bir sürü kitap geliyor!”

Umursamadığını açıkça belirtmek için sağ omzunu sabırsızca silkti arkadaşı, onun derdi bugünkü menüyü görebilmekti; ki bugün de her zamanki gibi yemekhanenin girişine listeyi asmamışlardı. O da zıplamaya ve sağa sola kayarak önündeki uzun boylu son sınıf öğrencisinin iri cüssesinden oluşan dev engeli aşmaya çalışıyordu. Zaten ne zaman kitaplardan bahsetmeye kalksa, onun bu kayıtsız tavrıyla karşılaşır, anlatacaklarını unutur, canı sıkılırdı.

Aslında bu konu yaklaşık bir aydır gündemindeydi ama arkadaşına bir türlü konuyu açamamıştı. Şimdiyse, yine boşa çaba harcadığını fark ediyordu. Anlaşılan, kitaplar onun kadar ilgisini çekmiyor, heyecan yaratmıyordu. Bundan sonra, ona kitaplarla ilgili tek kelime etmemeye karar verdi.

Oysa Türkçe öğretmeninden bu haberi duyduğu ilk günden beri içi içine sığmıyor, okuyacağı harika hikâyeleri düşündükçe, solgun yüzüne bir gülümseme gelip yerleşiveriyordu.

İstanbul’dan ünlü bir yazarın kütüphanesinden ve onun arkadaşlarının ayırdığı kitaplardan oluşan ilk sevkiyatın yakında geleceğini öğrenince, gönüllü olarak kütüphanenin kurulmasında çalışmak istediğini söylemiş, öğretmeni de seve seve kabul etmişti bu teklifini.

Tam yüzüne yine o karşı konulmaz heyecanın gülümsemesi konuvermişken; ki bir müddettir yüzü gülmez olduğu için bu durum çok şaşırtıcıydı, bu sefer de arkadaşı onu dirseğinden dürtükledi; “Yemek alsana hadi, arkadakiler söylenmeye başlayacak şimdi.”

O zihninin içinde olayları yeniden yaşar ve durum değerlendirmesi yaparken, arkadaşı öne geçip kendi tepsisini çoktan doldurmuş, onun da aynı şekilde sırasını savmasını bekler olmuştu ki; bir an önce yemeye başlasınlar.

Öykü, hayal dünyasına dalarak sıradaki diğerlerini beklettiği için biraz da utanarak, bir an önce yemeklerini aldı. Arkadaşının sırasını kapmasına da canı bir hayli sıkılmıştı.

Bugün mercimek çorbası, bulgur pilavı ve kuru fasulye vardı mönüde. Meyve olarak da bir portakal.

İç geçirdi arkadaşının yanına otururken, “Sıramı kaptığın için sağol” dedi. O sırada ekmeği çorbaya bandıran arkadaşı, “Ne” diyerek attı ağzına lokmasını “Çok acıktım, sen de donup kaldın.” Bu açıklama onun için ne kadar haklı olduğunu anlatmaya yeterliydi. Şu arkadaşlık işi amma da yorucuydu…

Düşüncelerinden sıyrılarak önündeki tepsiye baktı Öykü; bu yemekler iyi güzeldi de asıl o kitaplar doyuracaktı onu. Açlığı kelimelere ve hikâyelereydi onun.

Kısıtlı bütçesiyle birkaç ayda bir kitap alabiliyordu eskiden, şimdi fiyatlar iyice artınca, o da zorlaşmıştı. Teyzesi ve Türkçe öğretmeni olmasa, hiç yeni bir şey okuyamayacaktı neredeyse. Dönüp dönüp hep aynı kitapları okumak da bir yere kadardı ne de olsa.

Neyse ki, teyzesi her ziyarete geldiğinde; ki yaklaşık üç ayda bir gelirdi, ona birkaç kitap getirirdi ve öğretmeni de kendi kitaplarını okuması için ödünç verirdi.

Hem çok şanslıydı hem de eksik hissediyordu kendini. Okumak, daha çok okumak istiyordu o. Tüm klasikleri adeta yutarcasına bitirmek, başka dünyalara yelken açmak en büyük hedefiydi.

Dünyayı, insanları, hayvanları ve doğayı ancak böyle duyumsayabiliyordu. İnterneti de kısıtlı olunca, izleme fırsatı bulamadıklarını da okuyarak görmek, öğrenmek istiyordu.

Mercimek çorbası, her zamanki gibi tatsız tuzsuzdu, arkadaşı buna söylenip dururken, yanına Türkçe öğretmeni yanaştı “Afiyet olsun Öykü” diyerek gülümsedi, “kitaplar bugün geliyor, dersler bitince kütüphanede yardımcı olabilirsin kutuları açmama.”

Sonra da öğrencisinin mutluluğunu paylaşan huzurlu bir bakışla uzaklaştı elindeki yemek tepsisiyle, o an Öykü’nün ağzına aldığı çorba, yediği en lezzetli mercimek çorbası olup çıktı. Yemekhanedeki gürültü kesilip, sabahın ilk ışıklarıyla uyanan kuşların cıvıltılarına dönüştü. O ruhsuz ve mat renkli sarı duvarlar parlak sonbahar yapraklarının renklerine kavuştu. Kitaplardan hiç haz etmeyen ve açıkça bencillik eden bir arkadaşının olması da artık gerçekten de önemini yitirmişti.

O gün dersler nasıl geçti hiç anlamadı Öykü.

Öykü…Adını annesi vermişti ona, diğer dünyaya göçüp gitmeseydi, muhtemelen hakkını da verecekti adının ama işte, babası edebiyat öğretmeni olan annesinin yokluğunda çektiği acıya dayanamayıp, annesine ait tüm kitapları bir gece çöpe atıvermiş, kızını da ikinci ismi olan Kader olarak çağırmaya başlamıştı.

Annesi gitmişti…Yalnızdı…Ondan kalan ne varsa, ismi dahil elinden alınmıştı…

Oysa annesinden genetik miras edebiyata karşı ilgisi vardı Öykü’nün.

Kitaplar…

Babasından gizli okuyabildiği, yatağının altında sakladığı kutunun içinde yer bulabilen sırdaşları olmuştu. Neyse ki iş yerinde çok vakit geçirirdi babası ve eve de geç gelir, ona kitaplarını okuma fırsatı verirdi.

Arkadaşları ve Türkçe öğretmeni onu hâlâ Öykü diye çağırsa da, aile içinde o artık Kader’di ve kitaplar evlerinde resmi olarak kabul görmüyordu.

O nedenle, teyzesi ziyaretlerinde, babası olmadığı zamanlarda verirdi kitapları, öğretmeni de okulda belli zamanlarda okuması için yardımcı olurdu ödünç verdiklerini.

Nihayet o günkü dersler bitince, kalbinin küt küt atışları eşliğinde, kütüphane olarak ayrılan odaya koşarak gitti. Öğretmeni, ince davranmış, o gelmeden kutuları açmamıştı.

Öykü gelir gelmez, ilk kutuyu birlikte açmaya başladılar. Heyecanla…merakla…mutlulukla…

Elleri titreyerek bantları açarken, kutunun içinden yayılan kitap kokusu tüm benliğini sarmıştı bile.

Ve ilk kitap…İnce Memed Yaşar Kemal, 4 kitaptan oluşan seriyi kalbine bastırdı sevinçle.

Ardından Ümit Yaşar Oğuzcan şiirleri, Sabahattin Ali kitapları, Ursula K. Le Guin’in Yerdeniz Büyücüsü serisi, J.K.Rowling’den Harry Potter serisi…

Kutulardan çıkan her kitap, sevinçten haykırma isteğini daha da arttırıyordu. Yüzündeki gülümseme kalıcı olarak yer edinmişken, kafasında hangisini ne zaman okuyacağını şimdiden sıralamaya başlamıştı bile.

Sonunda öğretmenine dönerek “Bana bu fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ederim öğretmenim” derken uzun süredir kahverengi tonlara demir atmış ela gözlerinden bal rengi sevinç gözyaşları akıyor, akıyordu…

Kitaplar…sonunda onlara kavuşmuş, yalnızlığı yanından hızla uzaklaşan sislerin içine karışmış, umutsuzluk rüzgârları dinmiş, çaresizliğinin kıyısında kocaman bir köprü belirivermiş ve uzun süredir çorak hissettiği kelimelerinin dünyasına mutluluk ve bereketle gelmişlerdi.

Çimen Erengezgin 29 Ekim 2022 – İstanbul

Bir yanıt yazın